Düşünülmeyeni düşünmek, yapılamayanı yapabilmek – 1
HABER MERKEZİ – Bedrettin,sadık yoldaşı Böklüce’ye, tarihin akışını değiştirecek insanı, ‘düşünülmeyeni-düşünen, söylenmeyeni söyleyen ve yapılmayanı yapabilen’ olarak tanımlamaktadır. Devamında ise zalimler böyle olanı yaşatmazlar demektedir. Yüz yıllar önceden söylenmiş olsada bu alanda değişen bir şey yok. Geçmişte böyle olan zındık,kafir,munafik,Cadı idi. Yakın dönemde din,mülkiyet ve aile düşmanı Köminist,anarşist,güncelde ise tüm kötülüklerin somutlaşmış hali olarak terörist’tir. Dün olduğu gibi günceldede düşünülmeyeni-düşünen,söylenmeyeni-söyleyen ve yapılmayanı yapmaya çalışanlar, tanrıların,tiranların ve sultanların gazabındadırlar. Oluşturulan statuko sınırları dışına çıkanlar,ezberleri bozan,sıradışı yaşayan ve başka bir dünya özleminde-arayışında olanlara yaşam hakkı yoktur. Geçmiş ile güncel arasında yaşanan tek fark, yer yüzünü aydınlatan parıltılı zekaların eksilmesi, işleyen bu zülüm makinasına ikirciksiz itiraz eden, tarihin akışını değiştiren adanmış ve tutukulu dava insanlarının yok denecek düzeye düşmesidir. Bunun dışında barbarlık tüm haşmati ile hükmünü icra etmeye devam etmektedir. Zülüm yeni biçimlere bürünerek katmerleşmektedir. Yoksuluk ve sefalet daha fazla yaşam biçimine dönüşerek yığınların ömrünü törpülemektedir. Böyle olunca insani düşüş sınır tanımamaktadır.
Onurlu ve özgür İnsan tanımını hakedebilmek ancak kişinin düşünce,duygu,konuşma ve yaşam bütünselliği ile mümkündür. Bu durum üretici olma,yaratıcılıkta sınır tanımama,dayanışmayı yaşam biçimine dönüştürme,arayış içinde olma,düşünce,söz,eylem ile itirazda bulunmayla taçlandığında ise insani kimlik,tutkulu bir millitan tipolojisi olarak ete-kemiğe bürünür. Böyle bir kimliğe sahip bireyde bilgeliğin parıltısı arayış-sorgulama ve buluş diyalektiğine dayanır. Başkalarının vasatlığı ve cehalet düzeyi böyleleri için ölçü olamaz. Ötekilerin varlıklarını yada emeklerinin talanında-sömürüsünde değil, emekle-üretkenlikte zenginleşir -varlıklı hale gelirler. Böylece kendi mutluluğunu başka birey-yada toplulukların yoksullaşmasında,köleşetirilmesinde ve felaketinde aramazlar. Dayanışmada bulunduğu,paylaştığı ve yaratıcılık gösterdiği oranda mutlu olurlar. Ömürünü adadığı utopya,uğruna kavgaya tutuştuğu amaçlarına göre etik-estetik kurallarına sahip olurlar. Ölçüsüzleşme,biçimsiz olma,güdüsel yaşama ile zorunluluğun bilincine varma olan özgürlüğün arasına kalın çizgiler çizerler. Bu durum tarih ve sınır tanımadan iyilik ile kötülük arasındaki ayırımıda oluşturur. ‘Teori gri,hayat yeşildir’ misali istenen,özlenen böyle bir insan tipolojisi ve toplum ölçüsü olsada gerçekler farklıdır. Özellikle 21 yy insanı açısında durum tam tersidir.
Günümüz insanlarını,onların bitmek bilmeyen hırslarını,heveslerini, tüketicilikteki doyumsuzluklarını,kötülük üretmedeki maharetlerini ve yıkıcılık düzeylerini anlamak çoğu zaman imkansızdır. Özellikle dogma ve hurefelere esir düşenlerin güdüsellik ve cehaletlerine sınır koymak zordur. Böylesi tipolojilerin oluşturduğu toplumlarda dinlerin,mezheplerin,milliyetçiliğin beyinleri uyuşturma,yürekleri çölleştirme ve insanı nesneleştirmesi gitikçe kadere dönüşmektedir. Bu cehalet deryasında boy veren tüketim kültürü ise insani olan her şeyi eriten bir asit işlevi görmektedir. Bu ortamda insan aklının yerini,tekellerin hükmetiği iletişim araçları almaktadır. Birey yada toplumun beğeni-ret ölçülerini öz irade-tercih değil,reklam sektörü belirlemektedir. İnsan sadece tüketen bir nesne haline gelerek,hep tüketen,daha fazla tüketmeye teşvik edilen bir varlığa dönüşmektedir. Böylece zülüm makinasının vidası haline gelenlerin durmadan koştuğu,yarış halinde olduğu, bir-birinin bedenine basarak yükselip-alçaldığı arenada, seyirci olmak bile fazlasıyla yorucu-dayanılmaz olmaktadır. Sahi,öz saygı,içten sevgi,temel ihtiyaçlarla yetinmek varken, insanlar neden yüzlerini bile görmedikleri birilerine miras bırakmak için bu kadar doyumsuz,acımasız,kötü olmayı,kötülük yapmayı göze alırlar. Kendisi için veya dünyaya gelecek evlatlarına bir şeyler miras bırakmak için biriktirme yarışına neden tutku ile sarılırlar. Yoksa Machavel ‘insanlar doğuştan tehlike karşısında korkak,çıkar karşısında bencil’dirler derken haklıymıydı. Yaşananlar karşısında bu önermenin bir soru olarak akılları yoklamaması mümkünmüdür? İyi ki diyalektik denilen metadoloji var. Olayların sadece sonuçlarını ele alan biri için Machavelli’nin tezi yüzde-yüz doğru görünür. Ama olayların sebebine inildiğinde her şey değişir. En basitinden,en karmaşık olana kadar her sonucun tarihsel-toplumsal nedenler üzerinde yükseldiği görülür. Fakat vasat bir zihin dünyası,arayış-sorgulamadan yoksun bir metedoloji ile bu ince ayırımı görebilmek,olayların oluş-gelişim ve sonuç bağını kurmak imkansızdır. Bu nedenle kendi yaşamını,toplum geleceğini değiştirmek ,tarihin akışına etkide bulunmak isteyenlerin her şeyden önce parıltılı bir zekaya sahip olmaları,yaşananları gerçek içerikleri ile anlamlandırmaları,görmeleri kadar,zülme,yoksuluğa ve adaletsizliğe de ikirciksiz bir biçimde itiraz etmeleri gerekmektedir. Bu ise tutkulu militanlığı zorunlu kılmaktadır.
Son dönem tüm halklar için zor günleri ifade etmektedir. Savaşlar, sömürü,bunların tetiklediği yoksulluk,göç,gelir dağılımındaki uçurumun derinleşmesi,iklimdeki hızlı değişimler,salgın hastalıklar vb. bir-birini tetikleyerek-besleyerek dünyayı daha fazla yaşanmaz hale getirmektedir. Eskide kölelerin prangaları vardı,günümüz modern kölelerinin ise çığ gibi büyüyen kerdi borçları var.Kör düğüm haline gelen bu tablo karşısında insanlık çözüm üretebilecek parıltılı bir zekadan ve itiraz eden bir iradeden yoksundur. Güncelde Paris Komünü,Sovyet doğuşu, 68 başkaldırısı, Vietnam zaferi gibi halkara umut aşılayan,direnme azmi kazandıran ve başka bir dünyanınn mümkün olduğunu müjdeleyen gelişmeler mallesef yoktur. Bu nedenle her kesin bir biçimde etkilendiği,zorlandığı muhakaktır. Herkes farklı seviyelerde acılar,zorluklar, savrulmalar,travmalar yaşamaktadır. Küresel çapta hayatlar altüst olmaktadır. Kurulu yaşam biçimleri dağılmaktadır. Yaşanan ağır deprem egemen-ezilen demeden temelden-tavana herkesi sarsmaktadır. Bu kaos ortamında servetini,statüsünü,İnancını, umudunu,hatta yaşama tutkusunu yitirenler olmaktadır. Milyonlarca insan, ne olacak,gelecek ne getirecek soruları ile başlayan ve beyinlere zehirli bir kıymık gibi saplanan cevap bulamamış soruların altında ezilip, yitip-gitmektedir.
İşin özeti adı konulmayan bir yitim çağı yaşanmaktadır. insanı nesneleştiren ve insani olan her şeyi öğüten bu küresel mekanizmaya itiraz eden, kurulu düzene baş kaldıran,düşüncesi,sözü ve eylemi ile gidişatı değitirmeye çalışanlar ise azınlığın-azınlığıdırlar. Üstelik dört bir yandan kuşatılmış bu insanlar için yürünecek yol uzun, ulaşılacak menzil tuzaklarla doludur. Bu yolun her adımında ötekileştirilmek,linç edilmek, her an vurulmak,işkence görmek, aç-susuz kalmak,füzelerin ve kazan bombalarının gölgesinde yaşamak, sevdiklerini kaybetmenin tarifsiz acısını yüreğinde hissetmek,bodrumlarda,işkencehanelerde kavrulan bedenlerin ağırlığı altında ezilmek var. Bu can pazarı,bu tufan anında tarihçesi kıyım ve talandan, tüm kahramanları ise halkların katillerinden oluşan faşizmin oluşturduğu zifiri karanlıkta parıltılı düşüncelerin yok edilemsi, konuşamanın anlamsız,itiraz etmenin ise imkansız hale gelmesi var. Milliyetçiliğin,demogoji ve hamasete dayanan popilist uygulamalarla zehirleyerek düşünemez hale getirdiği yığınlar var. Bu yığınların paronayik bir takıntıyla yer yüzünde kendisi gibi düşünmeyen,yaşamayan her kesi düşman olarak görmesi, hep bu gerçek yada hayali düşmanlarla kavga etmesi, öteki olanı yok etme tutkusu var. Utopasız-ilkesiz ve ikbal avcısı siyasetçilerin bir köy vaizi gibi çocukluklarından bu yana öğrendiklerini her gün tekrarlaması ve çöp yığını gibi zihinlere boşaltarak daha fazla zihin felci yaratması var. Bu ortamda innacından dönenler-dökülenler, bir saat öncesinde kadar dost dediklerine küfür ederek,onların feleketinde,ölümünde yaşam-mutluluk arıyanlar oluyor. Kimileri sorunları ve soruları yok sayarak, kadercilikle,sabırla yaşananların etkisini azaltmaya çalışıyor. Bir kısmı ise bir ömür emek verdiği,kök saldığı vatanını,sevdiklerini,dostlarını bırakarak,bir hoşçakal demeden el kapılarına savruluyor. 12 eylülde olduğu gibi mültecileşmeyi kurtuluş sayıyor.
Can TOPRAK
Devamı Gelecek…