Türk Devletinin İşgalciliğinin Kökenleri Ve Pratikleri

HABER MERKEZİ – 2020 yazı itibarıyla TC Kürdistan’ın her yerinde, Libya’da, Suriye topraklarında işgal eylemlerinde bulunuyor ve Doğu Akdeniz ile Kafkasya’da etki alanlarını yaratmaya çalışıyor. Bu kadar geniş bir coğrafyada bölgesel emperyalist güç olma arayışında olan TC’nin bu politikaları aniden ortaya çıkmış değildir.  AKP-MHP faşizminin Kürdistan’ın dört parçasına karşı sürdürdüğü işgal ve sömürgeci saldırıları yine Libya gibi farklı alanlarda açık veya kapalı egemenlik alanı kazanma çabaları sadece güncel politika düzleminde anlaşılamaz. Faşist hükümetin sadece Kürt halkı için değil tüm bölge halkları için oldukça tehlikeli olan bu girişimleri 97 yıllık TC devletinin genişleme politikasından bağımsız değildir. Bu açıdan bu yayılma isteklerinin zihinsel altyapısını incelerken diğer yandan bu konuda belli tarihsel dönemlerde attığı adımları da gözden geçirmek bugünkü gözü dönmüş saldırganlığı daha anlaşılır kılar.

Öncellikle TC’nin işgalci, sömürgeci eğilimlerinin şekillendiği devlet geleneğine de bakmamız gerekir. Çünkü geçen yüzyılın başında hegemonik güçlerin tasarısı doğrultusunda inşa edilen Türk devleti aynı zamanda binlerce yıllık devletçi uygarlığın bir damarını temel alıyordu. Bu bakımdan TC’nin tarih boyunca genişleme girişimlerini ele alırken öncellikle Türk devlet geleneğini anımsamalıyız. Bu devlet geleneği ile işgalci zihniyetin irdelenmesi bize hem geçmişteki yayılma pratiklerini hem de günümüzde hedeflenenleri yerli yerine koyma olanağı doğuracaktır.

Yağmacı, İşgalci Türk Devlet Geleneği

Devletçi uygarlığın temel hattı tekelleşme üzerinden ilerler. Hem sermayenin hem de iktidarın tekelleşmesi bu uygarlık sisteminin temel adımıdır. Yani bir yandan toplumun emeği sömürülürken ve maddi birikim sağlanırken diğer taraftan zora dayalı iktidar tarzının birikimi gerçekleşir. Aslında devleti sadece bir iktidar birikimi ve kurumsallaşması şeklinde tanımlamak yanlış olmaz. Bu sistemin kendini süreklileştirmesi bu birikim çerçevesinde hareket etmesi sayesinde olur.

Devlet kavramı fakat çeşitli devlet modellerini kapsar. Uygarlık çerçevesinde uzun dönem tarih ele alındığında devletin ortak çekirdeği belirgin olurken daha kısa dönemler incelemeye tabi tutulduğunda özgün yanlar açığa çıkmaktadır. Öte yandan biriken yönetim tarzlarının yarattığı farklılıkların yapısal çerçevesi devlet gelenekleri şeklinde ayrımlarla incelenebilir. Kuşkusuz egemen sınıfın karakterinden ideolojik araçlara ya da dünya sistemindeki konumuna kadar bir devletin yapısını, şeklini belirleyen birçok faktör vardır. Fakat bu devlet geleneğinin oluşan devlet modellerinde önemli bir etken olmadığı anlamına gelmez.  Çin devlet geleneği merceğinin işlevselliğinin en bilinen örneğidir.

Devletçi uygarlığın “savaş” olgusunu insanlığın başına bela ettiği bilinmektedir. Çünkü tüm diğer niteliklerinin yanında devlet mantığı zaten savaş üzerine kuruludur. İkili bir savaş; ilki üzerine çöreklendiği topluma yönelttiği içe karşı savaş, ikincisi tüm makyajlarına karşı esasta sömürü ve egemenlik alanını genişletmek için uyguladığı dışa karşı savaş. Devletçi güçler toplumu sömürü tahakkümüne sokarken bu sömürüden elde ettiği artı geliri korumak ve artırmak için hükmettiği toprakların genişletmesini ister. Bu açıdan doğrudan işgali hedefleyen savaşlar devletli uygarlığa içkin bir durumdur. Her devlette bu genişleme eğilimi söz konusuyken bazı devletlerin temel harcının bu olduğunu tarihte izleyebilmekteyiz. İmparatorlukların birçok farklı özelliği olmakla birlikte onları bu gözleme örnek gösterebiliriz. Birçok tarihçi farklı kavramsallaştırmalarla da olsa bu duruma işaret etmiştir. Türk devlet geleneğini bu sürekli yayılma ve alınan haraca dayalı imparatorluk düzleminde ele alabiliriz.

Fakat öncellikle “Türk devlet geleneği” derken kastettiğimizin Türk egemen sınıfların yönettiği devletler olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü Önder Abdullah Öcalan’ın belirtiği gibi devletler bir halkın ya da ulusun olamaz. Yani Türk halkının bir devleti yoktur, hiç olmamıştır.  Var olan sadece Türk tekellerinin yönettiği devletlerdir. Örneğin bazı devletlerini yöneticileri Türk’tür ama o devlet halkın ya da ulusun değildir. Devletin toplumla ve ya halkla kurduğu ilişkinin esasının sömürü ilişkisi olduğu göz ardı edilmemelidir. Devlet her zaman egemen tekellerin sistemini korumayı sağlayan bir mekanizmadır, tüm toplumun refahı ya da güvenliği için oluşturulmuş değildir. En çok istismar ettiği güvenlik noktasında kısmen toplumları koruduğu söylenebilirse de esas korunanın üst sınıfların sömürü çarkı olduğu kesindir. Öte yandan ulus devlet öncesi hiçbir zaman tüm halkın ya da ulusun devleti olduğu iddiası dile gelmemiştir. Hiçbir devlet kendini bu şekilde tanımlamamıştır. Ulus devlet kendini ulusun devleti olarak sunarken öncellikle bu tarihi gerçeği yanlış aktarır. Tarihte bilmem kaç Türk devleti olduğu iddiası bu açıdan da temelsizdir.

İkincisi Türk devlet geleneği derken Türk egemenlerin özgün bir devlet modeli geliştirdiğini iddia etmiyoruz. Çünkü Türk egemenleri tarih boyunca yönettikleri devletlerde kendine has bir tarz oturtmuş değillerdir. Ne böyle bir yetenekleri ne de böyle bir yaratıcılıkları vardır. Tarih boyunca yaptıkları da zorla ele geçirdikleri devletlerin tarzını uygulamaktır, yoksa yeni bir sentez yaratmış değildirler. Kuşkusuz kısmi farklılıklar yaratmışlardır ama bu özgün bir sistem anlamına gelmez. Türk devlet geleneği ifadesi devlet modellerini araştırma ve karşılaştırma olanakları vermez. Buna karşın Türk devlet geleneği ifadesini kullanmak yanlış yorumlara kapı açmasına karşın bize Türk üst sınıfların devleti yönetme tarzına ilişkin biriktirdikleri ilkeleri görme açısından bir kolaylık sağlar. Bu temelde Türk devlet geleneğinde görülen bazı ilkelerden bahsedebiliriz.  

Daha önceleri de Türk egemenlerin devlet oluşumlarına gittiği gözlemlenebilirse de esas çıkışlarını İslamiyet’i kabul etmeleri ile beraber yaptıklarını söylemek mümkündür. Türkmen kabilelerindeki ahlaki ve politik özle yaşanan sürekli çatışma bu devletleşmenin esas dinamiklerinden biridir. Orta Asya’dan önce Yakın Doğu’ya ardından Ortadoğu’da egemen olan devletler kuran Türk elitleri askeri gücüne dayandığı göçebe Türkmen aşiret kültüründen uzaklaşarak öncelikle yoğunca Pers devlet geleneğinden etkilenmiştir. O dönemki devletlerde Fars ektisi devletin dilinden yönetim şekline kadar oldukça belirgindir. Ayrıca bu geleneğin transferinde ünlü Selçuklu veziri Nizâmülmülk simgesel olarak da zihinsel birikimin aktarılmasında da önemli bir rol oynamıştır. (Aslen Fars olan Selçuklu Devleti’nin güçlü veziri Nizâmülmülk’ ün ünlü “Siyasetname” kitabı Türk yönetici kliğine devletin nasıl yönetileceğini öğretmek için yazılmıştı. Bu sözü edilen iktidar birikiminin aktarımını örneklemektedir. Ve bu kitap yüzyıllarca yönetici sınıfın temel kitabı olarak okundu.) Türk egemenlerinin devletleri Kürdistan üzerinden Bizans İmparatorluğu’nun egemen olduğu topraklara doğru geliştikçe bu iki ana imparatorluk geleneğinden daha fazla etkilendi. Osmanlı İmparatorluğunda ise bu iki geleneğin sentezini görebilmekteyiz.

Osmanlı imparatorlukların yönetim sanatını kendi bünyesine kattığı bürokrasi sayesinde elde ederken, iktidarın binyıllık yozluğunu da içselleştirmiştir. Bu devlet tarzının kendini dayandırdığı temel güdü yayılmacılık ve savaştır. İmparatorluk ne kadar büyürse yönetici sınıfların çıkarı ve kârı o denli büyür. “Fetih” ve “Cihat” gibi kavramlarla dini bir sos verilerek İslamiyet kullanılsa bile halkların hem savaşlarda kırıldığı hem de yoğun bir sömürüye tabi tutulduğu Osmanlı’nın özü de bu sömürü sistemidir. Askeri ve sivil bürokrasinin egemen olduğu bu devlet tarzı TC’ye dönüşürken yeni yöneticilerin zihin dünyasında daha önce yönetilen büyük topraklar ve sürekli yayılma isteği temel bir rol oynamıştır. Bugünlerde dile getirilen Osmanlıcılık hayalleri Türk yöneticilerinin egemenlik özlemleri  ile ilgilidir ve TC tarihinden örneklerle de görebileceğimiz gibi AKP-MHP faşizmiyle sınırlı değildir. Dönüşmeyen ve demokrasiye duyarlı hale gelmeyen devletin sürekli daha büyük devlet rüyaları göreceği ve imkânları dâhilinde bu isteği pratikleştirmeyi isteyeceği de kesindir.

Kaynak: Kendal BAGOK/Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi