Umudu Haykıranlara
HABER MERKEZİ
Yazılması gereken bir dünya bu…
Umudu, hasreti çağırıyor şimdi tüm yazılışlar. Kalemin ucunda bir kurdele çözülüveriyor en mavisinden. ‘Mavi’ deyince gökyüzünü çağrıştırıyor insana ve kuşlar ilişiyor gözlere. Şimdi kuşlar, bir ıslık sesini taşıyor kanatlarında. “Islıkları nereye götürüyorsunuz ey kuşlar?” diye bir soru, çılgın bin yıllık zamanlarda oluşan dağların uç yanlarında yankılanıyor. Sonra rüzgâr bin yıllığın sesini alıp götürüyor. Toprakta yazılması gereken dünyanın ayak izlerini oluşturuyor. Bir kadının saç telleri mi sildi bu ayak izlerini? Ya da bir serüven gereği görünmezliğe mi büründüler? Bir ayak o heybetli dağları bile altına alıp çiğniyorsa, bu yolculuğun boyutunu açıklamalı bilirkişilerden oluşan, o ateşli çemberin ses telleri. Açıklayamıyorsunuz işte! Bu yörelerinize ait türkülere benzemez. Ses tellerinizin gücü yetersiz kalıyor.
(Böylece kalem imdada gelir.)
İşte yine geldi. Nasıl da savuruyor kelimelerin iskeletini kâğıda. Bir savaş gerçekliği kadar acımasız, bir masal perisi kadar masumane yükleyebiliyor kalem mürekkebinin sıvılığına. Her dilden ve insan elinden yazıyor. Barış deyip duvarlar ve de sınırlar resmeden kravatlılardan, barışın gerçek savunucularına kadar yazıyor. Din üzerinden; Sümerlerde egemenliğin kalesini diken Ziggurat rahiplerinin kadını köleleştirmesinden, günümüz dünyasında katliamlar gerçekleştiren çetelere kadar yazıyor. Dünyayı yaşanmaz kılanlardan ve ona kıyas ile doğal toplumun yaşanırlığına kadar yazıyor. Sorularla donatıyor yaşamımızı, belki de yaşamı sorgulatmalarla donatıyor.
“Ciğer, içine aldığı dumanın öldürücülüğünün farkında mı? Bir çocuk gülüşü, elma kokusunda ne zaman yok olacağını biliyor mu? ‘Kırmızının tutsağı’ bir kadın, gidişinin karakterine lansesini, o serüvene atılmadan bilebilir miydi? Bulutlar, pamuk gibi bulutlar… Gerçekten artık bulutlarımız pamuk gibi mi? Akbabalar Şengal’de, susuz kalan bir vücudun ne kadar sürede eriyeceğini biliyor mu?
Yanıtla diyor bir ses, anlat olanları… Yazılması gereken bir şey bu…
Dilinin siyasi boyutlara ulaşması gerekmiyor. Görünürdeki -sahte duvarlar- gerçek olanın kendisi, yani ya-şa-mak kavramı seni buna zorluyor. Hele bir savaş boyunduruğundaysa kaleminin ucunda kilitlenenler, anlatmak zorunda kalıyorsun. Hele bir de o ellerin taşıdığı parmaklar yalnızca kalem tutmuyorsa. Bir yaşamın savunucusu olmanın tüm şartlarını yerine getiriyorlarsa, yazması şart oluyor… Silahınla da o zaman bütünleşiyorsun. Anlama kavuşturduğun o an… Artık insana soğuk gelmiyor, gerçekliğin sıcaklığını yayan Rus yapımı bir kaleşnikof. Meydan okuma sırası sana geliyor… ‘Soluk soluğa’ kalıyorsun ve yine kalem şart oluyor. Ellerin, akrep yuvalarında uykuya dalan çocuk bedenlerini, elleriyle ‘çocuğunu boğmak zorunda kalan’ bir annenin duygularını, yaşamı emzire(meye)n doğanın çığlığını, dili olmayan dağlarda, soğuk ve terli duvarlar arasında ödenmiş bedelleri ve niceleri yazması gerekiyor. Ve her şeye rağmen inat ile umudun ayakta olduğunu haykıranları…
Yazılması gereken bir gerçeklik bu…
Bir enerji akımının yarattığı, üzerinde yaşadığımız evren kadar gerçek. Bir savaşın gözyaşları kadar şeffaf ve barışın renkleri kadar somut olan bir gerçek bu. Duymayan kulak zarlarını, görmeye kapalı göz organını, konuşmayan dilin tüylerini hareketlenmeye çağıran gerçekliğin ta kendisi. İşlevsiz kılınmış üç organın sahipleriyiz bizler. Peki ya burnumuzun varolma savaşı ne olacak? Kan kokusu, barut kokusu, zulmün ve egemenliğin yaydığı tüm kokular… Yoksa dördüncü bir organını daha mı kaybediyor insan bedeni? Ya da bir silkelenişe çağrı mı oluyor tüm gerçekler?
Peki ya sen! Sen bu iki sorudan hangisini besleyeceksin? Portakal ağacı bile bahar ayında, öldürülmeye çalışılan doğa için savaşıyor. Belki de tüm insanlık portakal çiçeğinin yaydığı kokuyu hissetmekle başlamalı.
Bu dağlarda, portakal çiçeğinin bir dalı bunu gerçekleştiriyor şimdi. Dağlara yayılan tüm kokular ile bütünleşiyor. Artık direniş kokuyor, sevda kokuyor ve inatla -barış- kokuyor.
Destan Yörük
KAYNAK: Newaya Jin